

Ömer Kaleşi sanat ve resimle ilk olarak 1955’te Üsküp’te Davut Paşa Hamam’ındaki Henry Moore sergisinde tanışmıştı. Çok etkilenen Kaleşi, ailece Türkiye’ye göç etti ve ressam olma hayalini Türkiye’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde gerçekleştirdi. 1965’de mezuniyetinden bu yana elli sene geçti. Sanatçı o heyecanını hiç kaybetmeyerek yıllar boyu üretti, Türkiye’de ve dünyanın bir çok ülkesinde önemli mekanlarda kişisel ve grup sergileri yaptı.

Son yayınlanan Fransız yazar Gil Jouanard tarafından yazılan ve Kaya Özsezgin tarafından dilimize çevrilen “Ömer Kaleşi – Canlı Doğa Resimleri” kitabı da yayın hayatına girmiş bulunuyor. Bu kitapta sanatçının yıllardır spatülle boyadığı başlarla meyvelerden oluşan ölü doğa resimlerinin ilişkisi irdeleniyor.

Burada, Ömer’in sesine kulak verelim; diyor ki, “Güzel Sanatlar dönemimden beri başları resmediyorum. Yüzlerce baş. Neden, bilmiyorum. Başlar benim işim gücüm, hep de öyle olacak. Tüm yaşamım, tüm resim sanatım başlar üzerine kuruludur. Başın bedenden önce geldiğini, onu yönettiğini, dilediği yere yönlendirdiğini, bedene komut verdiğini düşünüyorum. Başı yaparken, insanı yapıyorum. Beden gerekli değil, o hiçbir şeye karar vermez. Her şeyi “baş”ın içinde görürüz; baş yeterlidir. Gerekliliği kalmamış bir bedene ihtiyaç yoktur.” Sanatçıya göre, bazı başlar direnirler; o zaman, tuvalin üzerinde meyvelerden oluşan natürmortlar veya satıcı çocuklarla elmalar oluşur. Fırça yerine hep spatülle çalışan Kaleşi, tuval üzerine yaydığı boyayı, çizgiye gerek görmeden içten dışa genişleyerek soyut bir doku ile figürsel öğeleri bütünleştiren kendine özgü bir yöntem uygular.
